Varlık dergisinin Aralık 2014 sayısında “Medya Notları”nda Nilgün Tutal “Gözyaşının Bile Kıskanıldığı Zamanlar”da neo-liberal klasik/kitlesel medyanın ya da kitlesel/bireysel sosyal medyanın yaygın iletişim anlayışının kimliksel ikili karşıtlıkları desteklemeye yaradığının altını çiziyor. Medyayı takip etme ve medya içeriklerini yaygınlaştırma; sosyal medyada egemen medya düzeninin ürettiği metinleri ve görsel temsilleri kullanma tarzımızla bu ikili yapıları sürdürdüğümüzü, bu nedenle de entelektüel/akademisyen, uzman, gazeteci olarak eleştirel ve sarsıcı olanın yitip gitmesine katkıda bulunduğumuzu iddia ediyor. Yazar, çizer ve entelektüellerin imajlarını ve imgelerini kitleselleştirmek için siyasi ve medyatik olarak inşa ettikleri/inşa edilmiş kimliksel karşıtlıklarla farklı düşünme ve yaşama imkânlarını tıkadığına işaret ediyor. Bu duruma Manisa’nın Soma ilçesine bağlı Yırca köyünde Kolin firmasının termik santral inşa etmek için altı bin zeytin ağacını kesmesiyle ilgili olayın haberleştirilme biçimini örnek alıyor. 7 Kasım 2014 tarihinde CNN Türk’ün öğleden sonraki haber kuşağında Yırca’da yapılan zeytinlik katliamının durdurulması/duyurulması için hukuka çağrı yaparak gözyaşlarını tutamayan köy muhtarı Mustafa Akın’ın ağlama anında oluşan imgesinin ikili bir kimliksel karşıtlık inşasının pekiştirilmesinde nasıl kullanıldığını gösteriyor. Bu haber örneğinde açıkça ortaya çıkan olgu, toplumsal olarak kimliksel ayrımları pekiştiren anlatılara ve görüntülere duyulan ilginin artmış olmasıdır. Gözyaşı etkisi, siyasi iktidar içinde gözyaşı dökülmeye değer başka konuların gündeme getirilmesiyle dengelenmeye çalışılmıştır. Tutal, medyanın masumiyeti, mağduriyeti, adalet ile adaletsizliği, hukuk ile hukuksuzluğu birbirinden ayırt edilemeyen değerler olarak temsil etmeye başlamasını içinde yaşadığımız çağın değerler sisteminin kökten yıkılmış olmasına bağlıyor.

Korkmaz Alemdar “‘Muteberler’ İş Başında!”da Türkiye’de ticari yayıncılığın doğduğu Turgut Özal döneminden günümüze medya sektörünün ekonomi-politik yapısının ve sektör çalışanlarının gazetecilik anlayışının dönüşüm serüvenine ışık tutuyor. 1980’li yıllara kadar hüküm süren kamu yayıncılığı ile 1980 sonrasında hızla gelişen ticari yayıncılık arasında bilginin ekonomik ve politik iktidarın hizmetine koşulma tarzındaki temel farklılıkları vurguluyor. Alemdar, siyasi iktidarı destekleyenler ve desteklemek zorunda olanlar şeklinde ikiye ayırdığı medya sektörünün kuralların konulmasında ve düşünsel iklimin belirlenmesinde önemli konumlarda yer alan aktörlerinin nitelik kaybına uğradığına dikkati çekiyor. Aynı sorunun akademik çevrelerde de yaşandığına ve bilen ile bilmeyen arasındaki ayrımın çağımızda daha çok bilmeyenden yana avantaj sağlayacak şekilde dönüştüğünü söylüyor.

Aydın Çam “Bana Ayrılan Sürenin Sonuna Geldik” başlıklı yazısında her birimizin kendi medyasının olması olgusuna farklı bir açıdan yaklaşıyor. Kitle iletişim araçlarının şiddeti seyrettiren içerikleri ve seyredenin bu şiddet içerikleriyle bağı iletişim alanının ilgisini hep çekmiştir. Bu seyirlik şiddet fenomeni günümüzde başka boyutlar da kazanmaya başladı. Bunda yeni iletişim teknolojilerinin her birimizi medya içeriği üreten ve dağıtan kişilere dönüştürmesi etkili oldu. Önceden gazetecilerin üstlendiği işi şimdi devletler, terör örgütleri ve mafya yapılanmaları kendi adlarına yapmaya başladılar. Bireysel olarak aynı olguyla karşı karşıyayız. Kendi yaşamımızı medyatikleştirmek için yaşamımızın her anı, gerekirse de öldüğümüz anı kaydetmek görüntülemek ve paylaşmak istiyoruz. Çağımızdan önce okur yazar olanın yazıyla veda ettiği intiharların yerini kayda alınıp Facebook’tan paylaşılan sahneye konulmuş intihar vedaları aldı. Aydın Çam Eski Ahit’teki Ahitofel’in intiharı ile Mehmet Pişkin’in intiharı arasında bir bağlantı kurarak yaşama çekidüzen verdikten sonra ölüme yolculuğa çıkmanın anlamını sorguluyor.