
Varlık dergisinin Haziran 2020 sayısında, yaşadığımız tüm olumsuzluklara rağmen salgının olumlu sonuçları olabilir mi diye merak ediyor ve “Yeni Bir Başlangıç Mümkün mü?” diye soruyoruz. “Koronavirüs ile Sınırda Düşünmek” dosyamızın yazarları: Ferit Güven, Mehmet Özkan Şüküran, Selçuk Orhan, Deniz Bağrıaçık ve Aydın Çam.
Varlık dergisinin Haziran 2020 sayısının dosya konusunu belirlemeye çalışırken başta felaketler sırasında entelektüelin konumunu sorgulamak istiyorduk. Krizler karşısında entelektüel ne diyebilir, onun sözünden nasıl faydalanabiliriz? Ancak yazarlarımızla konuştukça kısa sürede koronavirüs salgının bizi getirdiği sınır durum dosyamızın meselesi olarak öne geçti. Çünkü vardığımız sınır, hayatı kavrayış biçimimizde bir yenilenmeyi şart koşuyor. Elbette geçmişten bağımsız bir yenilenmeden bahsetmiyoruz, hatta içinde bulunduğumuz krizin nedenlerini sürdüregeldiğimiz toplumsal, siyasi vb. yapılarda, düşünme biçimlerinde arıyorsak eğer, geleceğin kapısını açacak anahtarı da geçmişte bulacağız. “Yeni Bir Başlangıç Mümkün mü? Koronavirüs ile Sınırda Düşünmek” başlıklı dosyamızda hepten karamsar yazılar yok, ama çok iyimser olmak için de henüz erken diyoruz ve karşımızdaki engelleri sorguluyoruz.
Dosyamızın “Virüs ve Felsefe” başlıklı ilk yazısında Ferit Güven küresel krizlerin sadece bilimsel bir sorun olarak görülüp bilimsel düşünceyle çözülemeyeceğini, kendimizi kavrama biçimimizin kökten değişmesi gerektiğini ileri sürüyor. Aksi halde bilimsel düşünme ve güç üretme sürecinin karşı karşıya bulunduğumuz sorunlardaki rolünü göz ardı etmiş olacağımızı vurguluyor. İnsan ile ne canlı ne de cansız olan virüs arasında biyolojik ve kavramsal bir paralellik kuruyor. Derrida’nın hayalet kavramını tam da bu noktada devreye sokarak insanın ve virüsün hayaletsi bir varoluşu olduğunu gösteriyor. Virüsün farmakolojik (pharmakon: hem ilaç hem de zehir) olarak yorumlanması gerektiğini, sorunların savaş retoriği (küresel ısınmaya karşı savaş, vb.) ile tanımlanamayacağını savunuyor. Güven’e göre, “Koronavirüsün zaten çok kötü olan etkileri arasında en yıkıcı sonuç her şeyin eski haline dönmesi olacak. Bizi içinde bulunduğumuz zor duruma sokan yapıların ve süreçlerin daha da güçlendiği anlamına gelir çünkü bu.”
Mehmet Özkan Şüküran da “savaş retoriği” konusunda Güven’le aynı fikirde. “Teorik Bahisler Odağında Covid-19” başlıklı yazısında şöyle diyor: “İktidarlar tıpkı bir savaş terminolojisi kullanıyor, cephedekileri de sağlık görevlileri olarak odağa alıyor. Azılı, imha edilmesi gereken düşman olarak virüs, imha yetkisi ve araçları eline verilen asker olarak sağlık çalışanları.” Şüküran, virüsün entelektüel gündemi şekillendirdiğini söylüyor; henüz devam eden, sıcağı sıcağına yapılan yorumların, açılan teorik tartışmaların izdüşümlerini ele alıyor. Zira teorik çerçeveden gelen yorumlar her ne kadar geniş bir alanda dikkat toplamış olsa da, pratikte istihdamı genişleten şirketler var, vardiya usulü ve asgari ücretle çalışan kesim de işlerine aynı şekilde devam ediyor. Bunları göz önüne alarak entelektüel çevreden gelen yorumlar üzerinde duran Şüküran, yazısında ihtiyatlı davranmanın ve negatifliği genişletmenin daha iyi bir zemin sunduğunu ileri sürüyor.
2019 yılının sonunda başlayan ve dünyayı saran Covid-19, biyopolitikadan otokrasiye, tüketim toplumundan insan haklarına yürürlükteki pek çok tartışmayı yeniden canlandırırken ortaya çıkardığı nokta –aslında herkesin önünde dursa da– göz ardı edildi: Uygarlığımız yaşlandı ve artık kendi krizlerine tepki vermesini sağlayan melekelerini yitirmeye başladı. Sadece olumlu anlamda bir tepkiden söz etmiyoruz; örneğin otokrasilerin pandemiyi kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak yönünde kullanan kararlar alamayışı da incelenmeye değer. İşte Selçuk Orhan “Yaşlanma Belirtileri” başlıklı yazısında bunları anlatıyor ve pandemi karşısındaki siyasetsizliği uygarlığımızın geri dönüşsüz bir yaşlılık belirtisi olarak ele alıyor. Şöyle diyor Orhan: “COVID-19 pandemisi, karşılaştırıldığı geçmiş salgınların çoğu kadar korkunç değil; çiçek hastalığı daha çok can aldı, çocuk felci çok daha yıkıcıydı, veba salgınlarının nüfusa oranla yarattığı kayıpla COVID-19’un sonuçlarını yarıştırmak haksızlık olur. Hatta belki yaşadığımız salgın İspanyol gribinin bile bir derece altındadır. Ama bu salgın uygarlığımızın hayati bir melekeyi yitirdiğini açığa çıkardı: Ortak bir değer yaratmak.”
Deniz Bağrıaçık “Günahlarından Kaçamayan Keçiler” başlıklı yazısında yaşadığı Paris kentindeki dönüşüm üzerinden meseleye bakıyor. Koronavirüs salgınına gelene kadar nasıl bir süreçten geçtiğimizi, postmodern insanın güvencesiz, yarınsız şekillenen hayatını, küreselleşmenin ve kitle turizminin beraberinde getirdiği kimliksizleşmeyi, yeni standartların oluşmasında sosyal medyanın rolünü sorguluyor. “Covid-19 hepimizin hayatına beklenmedik şekilde girdi, yordu, yok etti, yoksullukları ve eşitsizlikleri artırdı, fakat değişmek, düşünmek için de bir şans verdi. Herkesin doğa, sevdikleri, ilişkileri ve işi hakkında yeniden düşünmesi için bir şans anlamına geliyor bu virüs. Piyasa ekonomisinin görkemli yükselişinden çok önce özümüzde var olan iyiliğe, şefkate, dayanışmaya dönmek ve doğanın aklını yeniden anlayabilmek için eşsiz bir fırsat. Günah keçisi aramamalıyız, eylemlerimizin sorumluluğundan kaçmanın mümkün olmadığını anlamakta fayda var,” diyen Bağrıaçık yazısını bir soruyla bitiriyor: “Bu pandemi, en çok da hayatın her alanında uzun süreli ve etik kararlar vermenin, bu kalabalık nüfus için en doğru yaşam biçimi olduğunu göstermedi mi?”
Aydın Çam, “Sinemasal Çelişkiler Üzerine” başlıklı yazısında, şehirle birlikte modernliğin kahramanı (ve motoru) atfedilen sinemanın çelişik karakterini, salgın günlerinin çelişkili olgu ve durumlarıyla ilişkilendirerek soruşturmaya açıyor. Neredeyse kendiliğinden hâsıl olan, bir refleks gibi sürüp giden devinimin aksaması, pek çok çelişkiyi görünür kılıyor. Kapatılmayla beraber, açıklık duygusu yitiriliyor ama bu duygunun yitimiyle kapalılık da anlamsızlaşıyor. Mekâna mahkûmiyet görünür oluyor. Dışarı çıkmaması gerekenlerle, içeri girmemesi gerekenler bir arada yaşıyor. Geçtiğimiz yüzyılda insanlar, en önemli krizler sırasında dahi sinemaya gitmeye devam ettiler. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sırasında, Büyük Buhran’da ya da Soğuk Savaş yıllarında sinema hep vardı ve insanların ilgisi hep oldu. Bunun en önemli nedeni sinemanın bir kaçış olanağı sunması belki de. Evet, sinemaya ihtiyacımız var ve bu yüzden fizikî temasın asgariye indiği, fizikî mekâna bağlı toplumsallaşmanın askıya alındığı şu günlerde dahi sinema kendisine yeni yollar arıyor. Aydın soruyor: Peki sinema bu krize rağmen yine hayatta kalabilecek mi?
İyi okumalar.
*
Abonelerimize tüm yeni sayılarımızı kargoyla gönderiyor, Varlık dergisinin 87 yıllık dijital arşivine erişim imkanı sunuyoruz. Koronavirüs salgını nedeniyle yeni matbu yayın edinmek istemeyen okurlar için özellikle belirtelim: https://arsiv.varlik.com.tr/ adresindeki dijital arşivimizde dergimizin güncel sayısı da bulunuyor.
https://www.varlikonline.com/kitap/526/varlik-dergisi-abonelik
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...