
Varlığa dair sorgulamalar insan yaratıldığından bu yana olsa da modernleşmeyle beraber farklı bir keşif alanı gibi sunuldu. Ve bireysel deneyimler bu keşiflerin yorumlanmasını hızlı bir şekilde değiştirmeye başladı. Avrupa’da sonradan adına varoluşçuluk denilecek bir akım ortaya çıktı. İtalyan yorumcu Ruggieri, varoluşçuluğu, heyecan verici veya suç romanı üslubunda yapılan felsefe diye tanımlar. Bu tarzın esası, insani meseleleri dramatik açıdan ele almasıdır. Ancak varoluşçuluğa dair kapsayıcı bilgiler ve sınırlar vermek mümkün değildir. Kavramları düşünerek derli toplu bir notlandırma yapmak da şimdilik kolay görünmüyor. Buna rağmen varlığa dair sorgulamalarda durakları kurma aşamasında ortaya konulan varoluşçu üslubun çözümlemesine belli birtakım çıkarımlarla ulaşılabilir.
Dünya geçen yüzyılda insanlık adına çok parlak anılar bırakmadı. Avrupa, insan varoluşunu yıkan, yaralayan, toplu ölümlerle değerleri altüst eden iki önemli savaş yaşadı. Bu manevi enkaz kişinin varlığını yeniden daha esaslı ve yok oluş – var oluş ikiliği arasında sorgulamasına sebep olmuştur. Öncesinde de insan için anlamın mümkün kılındığı bir dünya devralınmamıştı. Bu nedenle insanlık adına sorgulamalar kaçınılmazdı. İlk adımlar Danimarkalı Søren Kierkegaard’la atılır. Devamında Alman filozoflar Karl Jaspers ve Martin Heidegger geliştirdikleri düşüncelerle bu sorgulamayı sürdürür. Fransız Gabriel Marcel ve Jean Paul Sartre da ekledikleri sorular ve kavramlarla akımın evrenselleşmesine büyük katkı sunan filozoflardır. Az önce sıralı cümlelerle bağlanan bu isimler halen tekil yetkinliklerini koruyorlar; birbirlerinin devamı niteliğinde kabul edilmezler, sadece ortak kavramlara getirdikleri farklı bakışlarla aynı kategoride değerlendirilirler. Çağın öncülerinin benimsediği belli/ortak bir ilke bütünlüğünün olmayışı da yukarıda bahsettiğimiz sınır ve tanım çıkmazına neden olur. Fakat her birinin görüşlerinin toplamı –adlandırma, bütünlüklü bakma kaygımız nedeniyle– geleneksel bir felsefeye (düşünce şekline) tepki olarak doğan varoluşçuluk kapsamı içerisinde değerlendirilir. İster bir -izmle bağlansın ister bir ırmağın akışıyla tarif edilsin mesele sıradan bir insanın kendini keşfidir burada. İçinde bulunduğumuz yılın yeni mücadele alanı olan salgını hesap edersek varlığın tekrar dönüp bakılması gereken bir alan olduğunu söylemek de tuhaf olmayacaktır. Üstelik herhangi bir sınıflandırmaya tâbi tutmadan bu karşılaşmaya dahil edilen, ayırt edilmeden maruz kalan her çeşit insanı eşitleyen varlık/salgın ilişkisi içerisinde.
Ancak varoluşçulukta insan en çok kendiyle dertlidir. Kendini dünyada olan bitene feda etmek istemeyen insan, esas benliğini aramaya başlar. Nesneleşmekten bıkmıştır. Bedia Akarsu, modern insanın çıkmazını, devlet hastanesinde doğan, yuvada büyüyen, okula giden, sonra bir fabrika ya da büroda çalışmaya başlayan, ölümü bile kendine ait olmayan bir durum olarak tanımlar. Varoluşçuluk, işte bu modern insanın bir tepkisidir. Anlatılan insan Bergson’daki gibi evreni kapsayan bir parça olarak görülmez. Onu, yani insanı saf bir öznellik olarak görür. Bu saf öznellik varoluşun kendini yeniden kurabilme yetisine sahiptir. Dünyaya fırlatılmış olması, hiçlik içinde erimesi, her şeyden bunalarak bulantı duyması onun bu yetisini daha da güçlendirir.
Edebî eserler bu yapılanmayı kurguya taşımakta gecikmez. Edebiyatçının zenginleşme olarak gördüğünü asıl söylenmesi gerekenden uzaklaşma olarak yorumlayan Jacques Colette varoluşçuluğun kaderinin, özellikle Fransa’da, edebî ve politik tarihle karıştığını kabul eder. Sağlam yazarlardan vazgeçmez ve ‘artık ne polemik yapma zamanı ne de modanın incilerle süslü dalgalarının çalkantıları içinde hayal meyal sezilen varoluşçu yansıları görüp büyülenme zamanıdır’ diyerek üzerinde durulması gerekenin varoluş düşüncelerinin filozoflardaki, Camus gibi yazarlardaki güçlü çizgilerini bulup ortaya çıkarma ânı olduğunu vurgular. Colette aslında bu iddiasıyla edebî metinlerden “güçlü çizgilerin” bulunup faydalanılması gerektiğini itiraf etmiştir.
Gerçekten de modern insanı tanıyarak anlamaya, çözümlemeye çalışan son iki yüzyılın düşünür ve edebiyatçıları bu konuya ilgisiz kalmayarak iyi bir iş yapar. Okuru bir kahramanla tanıştırmaz ancak ona kendi ben’iyle ilgili gerçek olanı hatırlatır, sorgulatır. Dramatik açıdan ele alınma meselesine burada tekrar dönülebilir. Peki, nedir insanın varoluş öyküsünü dramatik hale getiren? İnsanın hayatla, çevresiyle, nesneyle, kısacası ötekiyle mücadelesi şüphesiz bu sorunun cevaplarından biridir fakat bunların hiçbiri kişinin kendisiyle giriştiği savaşın süreci ve sonuçları kadar yıkıcı, yok edici olamayacağından yeterince okunası dramatik hikâye de oluşturmaz. Öyleyse acı veriyorsa niye kendiyle savaşır ki insan? Şüphesiz bu tahmin ettiğimiz bir savaş şekli değildir. Kiminin yaşam süresi boyunca fark edemeyeceği, kimininse başka yöntemlerle açığa vurmaya çalıştığı bir savaştır. Çoğu zaman varoluşu anlamlandırmaya çalışmanın bir yansımasıdır. Çünkü ‘farkında ve sorumlu insan’ varoluşunu gerçekleştirmenin yollarını arar. O, potansiyellerini unutmuş, özünden uzaklaşmış bir varoluşsal suçludur. Kazanamayacağı bir savaşta kendisiyle mücadele eder. Neredeyse bütün anlatılarda kendi olmak Tanrı’nın bir özelliğidir. Paulo Coelho’nun Beşinci Dağ romanı bunu örnekleyecek biçimde ilk bölümüne şu paragrafla başlar: “Beni şimdi düşmanlarımın eline teslim eden bir Tanrı’ya hizmet ettim, dedi İlya. Tanrı, Tanrı’dır, diye cevapladı Levili Peygamber.” “Musa’ya kendisinin iyi ya da kötü olduğunu söylemedi, yalnızca ‘Ben, BEN OLANIM’ dedi.”
“Sorumlu”, “farkında” gibi sözcüklerin olumlu çağrışımı yanında bir tezat oluşturan suç kavramı varoluş üzerine düşünen modern yüzyılın üretimidir. Çünkü modernliğin sunduğu imkânlar kişinin konforunu artırırken kendi gibi olabilmesi/kalabilmesi ve çerçevelenmemesi gibi temelde aynı olan bir sorunla karşılaşmasına da sebep olur. Toplu yaşamın insanların birbirlerine bağımlılığını zorunluluk haline getirdiği bir çağda kişinin kararlarını özgürce alması ya da hissettiklerini, düşündüklerini rahatlıkla, korkusuzca yaşayıp dile getirebilmesi Don Quijote’nin yeldeğirmenleriyle mücadelesi kadar safça ve sonuçsuz bir çaba izlemini verir. Bütün bağlayıcı unsurlar, onu olması gerektiği gibi olmaktan alıkoyar. Bireyi Kierkegard konuşturur, Heidegger bu bireyi otantik olmayan, sahici benliğinden uzaklaşan olarak tarif eder. Husserl’in anlam bahsine M. Boss da Heidegger gibi ilk olarak otantik olamayan kişiyle karşılık verir. Ona göre; otantik olmayan kişi, kendisini varlığa ve yaşamın olanaklarına açamayan, yaşamının sorumluluklarını üstlenmeyendir. Kendini başkalarına göre ayarlar, başkası olmadan yaşayamaz. Anlam sadece ötekiyle mümkündür. Yaşamında karşısına çıkan fırsatları değerlendirememek zamanla yerini depresif bir duruma bırakır. Sartre bu girift hali hiçlik ve özgürlük kavramlarıyla açar. Varılan yer, varoluşsal suçluluktur. Boss, bu suçluluğun oluşma sebebinin doğrudan geçmişle ilişkili olduğunu vurgular. Yalom’sa bunu kaygı kaynakları kabul ettiği ölüm, özgürlük, yalıtım, anlamsızlıkla açıklamaya çalışır. Ancak öncesinde bireyin yaşadığı çatışmayı kişinin kendi içindeki diğer yapılarla ilişkilendiren Freud, varlığın yaşadığı bu tip sorunların ortak kavramların ürünü olduğunu söyler. Onun için üstben, vicdan, suçluluk duygusu, cezalandırılma gereksinimi gibi kavramlar, birbirinden tam bağımsız değildir. İnsanın varoluş mücadelesi bir suçluluk hali gibidir. İnsanın esas derdi, kendi tedavisi olmalıdır. Yani kendi eksikliklerini tamamlamak, çatışmalarını çözümlemek ve zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmaktır. Bunu başarmak, dünyayı yeniden ve merkezinde kendisi olmak kaydıyla, yani, kendi dünyası olarak “tamam” etmektir: “Yaratıcılık” dediğimiz, hiç bitmeyecek, yani hiçbir zaman ufkuna ulaşamayacak eylem de Jung’a göre “dünyayı tamam etme eylemi”dir.
Kendinden uzaklaşarak tutsak kalmak ne zordur. Kendi olma yolunda özgürlüğe yüklenen kilit rolü Daryush Shayegan de önemser. İnsanın kendine dönmesi için özgürleşmesinin gerekli olduğunu söyler. Özgürleşme diğerlerine bağlı olmamak ve bunun bedelini ödemekle mümkün olabilir. Oysa kişinin kendi istediği gibi değil de kurduğu ilişki ağındaki insanların istediği, rollerin gerektirdiği, şartların belirlediği gibi olması hem kolay olandır hem de içinde kısa süreli birçok ödülü, toplumsal kabulü barındıran bir davranış şeklidir. Ancak kişi kendiyle çelişkiye düşmüştür. Sahici ben’inden uzaklaştığını fark etmek kişide suçluluk halini başlatır. Murat Gülsoy, yaratma üzerine kaleme aldığı bir paragrafta, Orhan Pamuk’un “Resim yapmak, varlığından suçluluk duymadığım bir ikinci dünyaya sahip olmaktı” cümlesine dikkat çeker. Birinci dünya, yaratmanın olmadığı fakat kendisinin varlığından suçluluk duyulan bir dünyadır demek ki. Yaratma Cesareti kitabında Rollo May’in yaratmanın her zaman bir suçluluk duygusuyla ilişkili iddiasını onaylayarak Freud’un ortaya koyduğu insanın fantezi kurma tezine bağlı olarak fantezilerin ikinci dünya olduğunu kabul eder. Bu varlığından suçluluk duyduğumuz “tatmin edilmemiş arzularımızı doyuran” deneyimlerdir Gülsoy’a göre.
İşte varoluşsal suçluluk, felsefi tanımla sahici isteklerin ötelenmesi ve yüzeysel beklentilerin karşılanmasıyla gittikçe kendi ben’ine uzaklaşan bireyin hissettiği şeydir. Beraberinde bireyin hata yapmasına sebep olarak, diğer suçlara kaynaklık eden yıkıcı bir etkiye sahiptir. Çünkü birey bu suçluluk halinde umutsuz ve bunalımlıdır. Edebiyat, varoluşsal suçluluk için doğal bir deney ortamıdır. Fakat yalnız edebî ürünlerde değil yazarın/şairin bizzat kendi dünya ve varlık tasavvurunda da –tıpkı tiyatro, sinema, siyaset gibi varlığın etkileyen ve etkilenen olarak bulunduğu her yerde– varoluşsal suçluluk kendini gösterir. Bu bağlamda her şey ‘otantik olmak ve dünyayı tamam etme eylemi’ bağlamında varoluşsal suçluluk halleriyle okunabilir.
Dosyamızda Canan Olpak Koç, fiziksel erksizliğin suçluluğa evrilişini Canetti’nin Körleşme romanındaki başkarakter Kien’i odaktan çıkarıp diğer karakter Fischerle’yi merkeze alarak değerlendiriyor. Varoluşu tamamlamanın bir seçimden çok ödev olduğunu dile getiren Tuğba Çelik bu ödevi yerine getirmenin ödettiği ağır bedellerin işlendiği Mikado’nun Çöpleri’ni (Melih Cevdet Anday) çözümlüyor. Hesse’den Sadık Hidayet’e tercih edilen ölümün cazibesini “Sağ Kalanların Tabut’u” yazısıyla Yavuz Ahmet anlatıyor. Şeyma Karaca Küçük’se bir karşılaştırmalı edebiyat örneği olarak Mehmet Eroğlu’nun Geç Kalmış Ölü ve Graham Greene’in Meselenin Kalbi adlı romanlarını intihar odaklı ele alıyor. Eda Gül Roidi, Aidiyet filmine varoluşsal perspektiften bakarak kişinin kendini var etme derdini yorumluyor. Dosyada buraya kadar kurgunun konuşturulması çalışılırken son yazıda Gürsel Korat bir yazar gözüyle kurmacadaki varoluşsal seçimini açıklıyor. Konuyla ilgili söyleyeceklerimiz bu dosyayla sınırlı kalmayacak; başka yazılarla meselenin farklı yönlerini de günışığına çıkaracağız ileride bir kitapta. Ancak yola buradan, Varlık’tan başlıyoruz.
*
Abonelerimize tüm yeni sayılarımızı kargoyla gönderiyor, Varlık dergisinin https://arsiv.varlik.com.tr/ adresindeki 87 yıllık dijital arşivine erişim imkânı sunuyoruz. Arşivimizden güncel sayımızı da okuyabiliyorsunuz.
Abonelik için: https://www.varlikonline.com/kitap/526/varlik-dergisi-abonelik
Bunu beğen:
Beğen Yükleniyor...